25 Ağustos 2015 Salı

ÖYLESİNE BİR HİKAYE

Karanlık zamanların birinde bir adam bir köprüde kendisiyle karşılaştı.

Yazarın burada adamı ya da köprüyü yaratmasının nedeni tamamen kendi varlığıydı. Peki, kendi varlığını ima etmek için başka şeyleri karanlığa gömmek fazlaca acımasızca bir tavır değil miydi?

Kendine ya da karanlığa acımak aslında yazarın umrunda değildi. Hayat onu okuduğumuz anlamdan başka hiçbir anlama gelmiyordu. Ölüme en yakın şey ise doğumun ta kendisiydi. Henüz yazılmaya hiç başlanmamış bir öykünün yok olması da mümkün değildi. Ama ilk harf düştü mü boşluğa, önüne geçilemiyordu unutulmanın ya da kaybolmanın. Her nefes kayboluyordu oysa iki harf arasında.

Neyse… Karanlık zamanların birinde bir adam bir köprüde kendisiyle karşılaştı. Tam o anda yazarın eline mürekkep bulaştı. Temiz yaşanamayan bir kürede temiz yazılamıyordu da. Rakının buzunu çok kaçırdık diye üşüdük belki de yaz ortasındaki gecelerde bile. Yazar genelde hiçbir şey bilmiyordu. Bir mumun ışığı hiç bitmiyordu. Işığı değil gölgeyi seviyordu oysa yazar. Güneş’i değil Ay’ı, Mevlana’yı değil Şems’i… Hep bir öteki hasreti yani… Fal bakılan papatya yapraklarındaki sevda sözlerini değil, en son elde yapayalnız kalan incecik papatya sapını seviyordu belki de yazar.
Herkesin her şeyden hesap sorduğu bir zamanda, hiçbir şeyde mantık aramamayı seviyordu yazar. Kendine yazdığını mı yaşıyor, yaşadığını mı yazıyor bilemiyordu. Hayat bu yüzden hep az su katılmış hafif sert bir rakı gibi acımtırak yaşanıyordu.
Nerede kalmıştık.. Karanlık zamanların birinde bir adam bir köprüde kendisiyle karşılaştı. Doğmak mı daha ağır geliyordu hayata ölüm mü bilemiyordu. Ne kadar çok anlık sevinci olsa da insanın ertesi sabah yine aynı yastıkta uyanılıyordu. Tamam da, yazar dönüp dolaşıp neden bu adamı yazıyordu.. Adam da yalnızlık gibi iki lafın arasına giriyordu mutlaka.

Karanlık zamanların birinde bir adam bir köprüde kendisiyle karşılaştı. Adam o an vazgeçti kendinden, kendisi o an barıştı adamla. Adam kendiyle son kez vedalaştı. Önce yok olup sonra doğmak mümkün olmalıydı. Olmasa da yazılabilmeliydi böylesi. Köprü öylece karanlıkla sarmaş dolaş duruyordu.
Yazar durdu ve rakısına bir buz daha koydu.

3 Haziran 2014 Salı

NAZIM HİKMET RAN



Romantik Komünist, Mavi Gözlü Dev, usta, Nazım, Nazım Hikmet Ran.
"Ben yanmasam, sen yanmasan,biz yanmasak. Nasıl çıkar karanlık aydınlığa?" diyen aydınlığın şairi.
"O mavi gözlü bir devdi
Minnacık bir kadın sevdi.
Kadının hayali minnacık bir evdi,
Bahçesinde ebrulili hanımeli açan bir ev."
 
O mavi gözlü dev.
 
Piraye'nin, Nüzhet'in, Vera'nın eşi. Aşk'a aşık bir şair. 12 yıldan fazla hürriyete hasret, yıllarca memleketine hasret bir yürek. Kadını,çiftçiyi,işçiyi, herkesi ve herşeyi düşünen bir düşünür.
Vatandaşlıktan çıkarılan ülkesinin tehlikeli bulduğu bir dev. Ardından her kıymetli ölene park,cadde yapılan bu topraklarda vatandaşlığa geri kabul edilen bir beyin.
 
"Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim,
Kaldım,
Güldüm,
Öldüm."
 
Bir başka ülkenin kollarında memleket özlemi içinde hayata gözlerini yuman büyük usta.
Edebiyat tarihimizde farklılığı reddedilemeyecek şair. Şimdiki nesilde dahi gençlere aşkı Tahir ve Zühre ile sevdiren bir romantik. Mahpus günlerinde bile ressamlara, yazarlara yol açan bir düşün adamı.
Romantik Komünist. Nazım Hikmet Ran..
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim.”
Yüreği, şiirleri hasret dolu bir kalem.
 
Ve elbette ölümünün 51. yılında Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hala!

25 Ekim 2013 Cuma

KÜÇÜK PRENS


Hayatımın kitaplarını sıralasam birinciliği dayanamayıp Antoine de Saint-Exupery’nin “Küçük Prens’ine veririm şüphesiz. Üstünde uzun zaman geçtiğinde özlediğim yeniden okuduğum kitaplardandır. Sahra çölüne düşen bir pilotun Küçük Prens’le tanışması ve dostluğu anlatılır. Küçük Prens özeti yapmak değil niyetim. Son okumamda tılsım iki sözcük fark ettim kitapta. Arkadaş demiyor yazar Küçük Prens’e “dost” diyor hep ve “yıldızlardan” bahsediyor sık sık.. Çok haklı bence yazar…

Çünkü gerçek dost tektir.

Size tüm gezegenleri sunar ve kendi gezegeninizde size kim olduğunuzu en iyi o gösterir.

Gerçek “ben”i ancak dost keşfettirir.

Kimseye ve hiçbir hisse benzemez.

En önemlisi belki de.. Sana yıldızları saymayı değil sevmeyi öğretir.


Yani her dost biraz Küçük Prens’tir.  

3 Mayıs 2013 Cuma

HAYDİ HALAYA

 

Tatsız 1 Mayıs görüntüleri gördük bu yıl İstanbul’da. Oysa yıllardır 1 Mayıs’ları iple çekenlerdenim ben. Gün sayarım adeta.

Direniş 365 gün devam eder yurdumda. Ancak o gün bayramıdır direnenlerin.  Zincirlerinden başka kaybedecek şeyi olmayanların günüdür 1 Mayıs. Bayramdır, coşkudur, umuttur.

1Mayıs’larda en sevdiğim görüntü onlarca emekçinin birlikte halay çekmesidir bu yüzden. Çünkü o anın anlamı büyüktür dostlar.

O an girdiniz mi halaya, önemi yoktur sağınızdaki ya da solunuzdaki kişinin kimliği. Laz, Boşnak, Kürt ya da Çerkez olması değiştirmez hiçbir şeyi. Yahut inancının, cinsiyetinin önemi yoktur asla. Güvenirsiniz ona, tutarsınız elini tanımasanız da. Bayramdır yaşanan sonuçta. Türküler, halaylar, şiirler emekçinindir.

Biber gazları, coplar,  polisler…  Bunlar değil sokakların istediği.

Halaylara açın sokakları…

Hiçbir ayrımı düşünmeden kol kola girebildiğimiz gün güzel günler göreceğiz güneşli günler.

 

31 Mart 2013 Pazar

KOMŞU KOMŞUNUN

 

Duyduk duymadık demeyin. Bugün itibariyle balkon sezonumu açmış bulunmaktayım. Bu sabah uyanır uyanmaz penceremden yansıyan günışığını fark ettiğim anda karar vermiştim gece balkonda kitap okuma seanslarımın başladığına. Gün boyu heyecanını hissettim bu anın.

Evde oturmak olmazdı güzelim bahar havasında. Taksim’e attım kendimi önce. Sizi bilmem ama ben Taksim’in kitapçılarını severim en çok. Hele sokak aralarında saman yapraklı eski kitapların olduğu dükkanlara girdim mi zaman geniş zaman olur, unuturum dakikaları.

Akşamın kitabı işte bu gezinti sırasında belli oldu. Ece Temelkuran’ın bir kitabı.. “Bütün Kadınların Kafası Karışıktır” Bravo, tam benlik işte. Kafam karışık çünkü çoktandır. Hep öyleydi belki de… Ama bu defa teşhisi koydum kendime. Minik bir reçete bile yazdım hatta… Daha çok kitap, daha çok kendine vakit, daha çok açık havada yürüyüş falan filan..

Kitap da belli olunca akşamki balkon sefasının heyecanı arttı haliyle. Eve gelir gelmez balkona attım kendimi. Keyfine düşkün olanlardanım ben… Bir ön temizliğin ardından masa çıkarılır,  mevye çayı hazırlanır, okuma lambası oturtulur baş köşeye.. Ece de geldiğine göre anlatmaya kafa karışıklığımızı, her şey tamam…

İstisnasız her kitaba başlarken heyecanlanırım. Yazar başlayınca anlatmaya engel olamam heyecanıma. Bu yüzden tutkudur okumak… Arada sorarlar” neden okuyorsun yahut neden yazıyorsun?” diye. Zor değil cevabı… Yazasım ya da okuyasım geliyor da ondan…

İşte böyle bir tutkuyla başlıyorum kitaba. İlk iki sayfayı bitiriyorum… Hop o da ne? Karşı komşum en üst kattan sokaktaki anneannesine sesleniyor. Zamanlama muhteşem. Yaşlıya saygı, komşularla iyi geçinmek, insan sevgisi.. Yalan oluyor bütün güzel dileklerim.. Kısa sürer sanıyorum, olmuyor… Metrelerce mesafeden sohbet ediyorlar gayet. Sokaktaki genç adamda katılıyor bu senfoniye. “Dayı” oluyormuş kendisini sonradan öğreniyorum. “Banane akrabalık ilişkinizden.”diye bağıracağım, olmuyor…  Sabır testini başarıyla atlayıp balkon keyfimden taviz vermeden devam ediyorum okumaya..

Şimdi bu satırları yazarken kitabı sağ sağlim bitirmiş bulunmaktayım. Ece Temelkuran sustu. Çok derin bir sessizlik ve karışık hisler bıraktı masama. Her kitaptan sonuç çıkarmak ilkokul ödevlerinde geçerliydi, gerçek hayatta ille de gerekmiyor bir sonuca varmaya…

Demek ki neymiş…

Komşu komşunun sessizliğine muhtaçmış azizim…

29 Mart 2013 Cuma

KİMLE BARIŞALIM?




İnsana ve topluma dair konularda kullanılan dilin çok önemli olduğuna inanıyorum. Basit gibi görülen küçük detaylar hayatımıza yerleşen gerçeklikleri ifşa ediyor aslında. Bundan dolayı “bayan” değil “kadın” inadım aslında. Bu başka bir konu tabi ki.

 

Açıkça ilan ediyorum: Bu ülkede “Kürt Sorunu” yoktur. Hiçbir kuvvet bana aynı sofrada yemek yediğim Kürt arkadaşımı “sorun” olarak kabul ettiremez.

 

Barışın nasıl sağlanacağı tartışılıyor yıllardır. Hiçbir iktidar bu ülkede mutlak barışı, huzuru sağlama gücünde değildir. Bunu sağlayacak olan sokaktaki vatandaştır ve bu halk herkesle barışmak zorundadır.

 

Aynı işyerinde çalıştığı, birlikte ürettiği Kürt, Laz, Alevi arkadaşına önyargılarından kurtulmak zorunda bu halk. Sıra arkadaşıyla barışmalı liseli genç. Evlerimizde sağlamalıyız barışı. Kaynanasıyla barışmalı küs gelinler. Eşiyle barışmalı tüm erkekler. Küs dostluklar kalmamalı ülkemde. Biri “ben Hristiyanım, ya da Ateistim” derken en yakın arkadaşına düşünmemeli tepkisini.

 

Önyargıları yakıp yıkmalı. Atmalı çöpe şimdiye kadar kullanılan öfke dilini. Genellemelerden kurtulmalı… “Şu ilin insanları doğru değil” dememeli hiç kimse. Barış birlikte oturduğumuz sohbet ettiğimiz arkadaş masalarında başlamalı. Evlerimizin içinde yükselecek önce barışın sesi unutmamalı.